KOCAYEMİŞ

 

Asırlık yaşlı bir yörükten duydum; Kazdağı tepelerinde yüce bir ağaç varmış. Bu ağaç karaçama pek benzermiş; ama karaçam değilmiş ve yüzyılda bir meyve verirmiş. Yüceliği de buradan geliyormuş. Yaşlı yörük daha küçük bir çocukken bu ağaç meyve vermiş. Çevredeki yörük köyleri bayram etmiş ağaç meyve verince. 

Çünkü, efsane bu ya, meyveden yiyen yüzyıl yaşar yine de ölmezmiş. Bu sebeple 40 gün kırk gece şenlik düzenlemiş köylüler. Sonra da topladıkları meyveleri aralarında pay etmişler. Herkesin hesabına bir meyve düşmüş sadece. Bu meyve elma büyüklüğünde, kıpkırmızı, top gibi yuvarlak, oldukça sert ve kalın kabukluymuş. İçindeki yemiş ise öyle acıymış ki, kimse bir ısırıktan fazlasını yiyememiş. Yalnız bir kişi acıdan ağzı, dudağı şişip, bağrı yansa da, gözlerinden yaşlar boşansa da inat etmiş meyveyi yemiş bitirmiş.


 Sonra... Sonra? Sonrası yok. İnatçı yörük bundan sonrasını anlatmıyor. Ne desem faydasız, buraya kadar diyor. Yaşlı yörüğün hesabına göre birkaç yıl sonra yine meyve verecekmiş bu ağaç. Fakat ağacı karaçamdan ayırt edecek kimse kalmamış köyde. Kendisi de Kazdağı’nın tepelerine çıkamıyormuş artık. Ah genç olsaydım, bir başıma çıkar, keser atardım o ağacı diyor. Neden? Konuşmuyor yine. Bu sefer ısrar etmiyorum. Yaşlı yörük cebinden kristale benzer bir şey çıkartıp veriyor. Avucumdaki şeyin ne olduğunu anlamaya çalışıyorum. Nedir bu? Hikayenin merak ettiğin bölümü. Bakıyorum, bir anlam veremiyorum. Belki ileride diyor ve yanımdan uzaklaşıp gidiyor. Belki… Kim bilir…

Hiç yorum yok: