GÖKTAŞI

 O günü çok iyi hatırlıyorum. Eğer unutursam geçmiş anlamını yitirecek, bu yüzden hatırlamak zorundayım. Geçmişle bugün arasında O günden başka hiçbir bağım kalmadı çünkü. Bunaltıcı bir sıcak vardı. Nemli yapış yapış... Öğle güneşi olabildiğine aydınlatıyordu her yeri... Ben çalışma masamda bir şeyler çiziyordum. Önce kuş cıvıltıları, sonra rüzgarın sesi kısıldı. Yapraklar dondu. Ses ve hareket yok oldu birdenbire. 

Sonra karanlık çökmeye başladı üstümüze. Pencereye yöneldim, yayılarak büyüyen bir karanlık bütün gökyüzünü kaplamıştı adeta. Sonra... Sonra... Gözlerimi açtım ve odanın tavanını gördüm. Pespembe bir ışık doldurmuştu bütün odayı. Nasıl yere düştüğümü bilmiyorum ama yavaşça doğruldum, hiç ses yoktu etrafta. Peki bu ışık? Nereden geliyordu acaba... Pencereye baktım, dışarıdan geliyordu ama kaynağını anlayamıyordum bir türlü. Bütün gökyüzü pespembe görünüyordu, hem de alacakaranlık gibi değil... Apaçık, olabildiğine parlak ve aydınlık... Sonra Ağaçlar! Kıpkırmızıydı hepsi, toprak masmavi... Gözüm odanın içine kaydı her şey renk değiştirmişti ve ben ellerimi fark ettim. 

Yeşil! Yemyeşil! Ellerimi saklayıverdim panikle. Gözlerimi kapattım, birkaç saniye derin nefes aldım ve gözlerimi tekrar açtım. Evet, evet... Gökyüzü pembe, toprak mavi, ağaçlar kırmızıydı. Elllerim? Onlar da yemyeşil. Ve tek bir ses çıkmıyordu, her şey uykuya dalmıştı sanki... Pencereden etrafı incelemeye başladım. Benim gibi yemyeşil insanlar; endişe, hayret ve korkuyla hem gökyüzüne hem de birbirlerine bakıyorlardı. Ama tek bir ses duyulmuyordu. 

Her şey işte böyle başladı veya böyle bitti belki de... Bir göktaşı olduğunu öğrendik; ama bir önemi var mı artık bilmiyorum. O günden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı, bütün sesler ve alışmış olduğumuz düzen dünyamızı terk etti. Geçmiş bir masal oldu. Yaşadığımız masal dünyası da bir gerçek...

DÜŞ DÖNÜMÜ

 Rüyalarım uzun zamandır bana bir şeyler anlatmaya çalışıyor. Ama neyin nesi hiç bilmiyorum. Sadece kaçmayı arzuluyorum... Bir yerlere ulaşmam gerek... Koşmalıyım! Koşacak gücüm yok... Çöküyorum. Dizlerim üzerinde ilerlemeye çalışıyorum, olmuyor, sadece sürünüyorum. Bütün gücümü kullanarak; bedenimle, ruhumla, sesimle... Sonra bütün bedenim kaskatı olmuş şekilde uyanıyorum. Ellerim bacaklarımı yokluyor, acaba bütün bu olanlar? Hayır, hayır... Bacaklarım iyi durumda. Ama bedenim hala rüyanın etkisinde veya ben öyle sanıyorum. Çünkü sıradışı hiçbir şey yok. Sadece bir his... Boğucu ve kaygı dolu... Ama fazlası değil. 



Bu yüzden çabuk unutuyorum ta ki bir başka zaman aynı şeyleri görene kadar... Önce derin bir sessizlik, midemde bir ekşime, ellerimde başlayan karıncalanma ve artarak devam eden bir yürek çarpıntısı... İşte şimdi kaçmam gerekiyor. Arkamda ne var bilmiyorum. Koşmalıyım, sürünerek devam edeceğimi bilsem de koşmalıyım. Koşuyorum, koşuyorum, koşuyorum... Ellerimdeki karıncalanmanın dizlerime kadar ulaşması lazım, ama hayır! Hızla uçup gidiyor ellerimden. Koşmaya devam ediyorum. Yürek çarpıntısı geçti, kuş gibi havada süzülüyorum, her adımda biraz daha yukarıdayım. Adım adım gökyüzüne yükseliyorum. 


Sanırım kaçtığım şeyle yüzleşebilirim artık. Gökyüzünü tutuyorum ve ters yöne çeviriyorum. Hemen önümde benden kaçan biri var, arkasına bakmadan hızla koşuyor. İşte bu olmalı! Şimdi yakalayıp yüzünü çevireceğim. Ondan çok daha hızlıyım, elimden kaçması mümkün değil. O yavaşlıyor ben hızlanıyorum, O sürünüyor ben uçuyorum. Ama yine de olmuyor. Ben hızlandıkça aramızdaki mesafe daha çok açılıyor. 


Artık ulaşılmaz bir yerde, hiçbir şey göremiyorum ama karşı konulmaz bir arzuyla onu yakalamak istiyorum. Bütün gücümü kullanarak; bedenimle, ruhumla, sesimle... Sonra bütün bedenim kaskatı olmuş şekilde uyanıyorum. Bedenim hala rüyanın etkisinde veya ben öyle sanıyorum. Çünkü sıradışı hiçbir şey yok. Sadece bir his... Boğucu ve kaygı dolu... Ama fazlası değil.

BİR GODOT SÖYLENCESİ

 Ee gidiyor muyuz diye sordu Estragon. Gidelim, dedi Vladimir. Oldukları yerde kıpırdamadan durdular. Ağaç, Estragon ve Vladimir. Godot ise gelmedi. Oysa gelebilirdi. Canı istemedi, bir çocukla haber gönderdi. İşim çıktı bir sonraki gün geleceğim dedi. Sonra oturup uzaktan onları izledi. Gitmelerini bekledi, gitmediler. Godot bu duruma pek şaşırdı. Estragon ve Vladimir ertesi gün de bekledi.

 Godot buluşmaya gidecekti peki gittiği zaman ne diyecekti? Gidebileceği halde yanlarına gitmemiş, üstelik yalan da söylemişti. Vladimir ve Estragon ise Godot’a inanmıştı. Buluşma yerinden hiç ayrılmadan onu bekliyorlardı. Godot düşündü ve gitmekten vazgeçti, çocukla yine aynı haberi gönderdi. Onlar beklemeye devam ettiler. Godot hem şaşırdı hem kızdı. O gün gelmeyeceğini bile bile neden bekliyorlardı? Hem bu şekilde daha ne kadar bekleyeceklerdi? Godot merak etti, ama gelmeyeceğini de söylemedi, çünkü ne olacağını merak ediyordu. Her gün aynı şekilde haber yollamaya devam etti.

Vladimir ve Estragon hiçbir yere gitmiyordu. Godot yanlarına mı gitsem diye düşündü. Sonra vazgeçti. “Madem bu kadar beklediler, biraz daha beklesinler. Hem ben gelince ne olacak? Belki de onlara oynadığım oyunu anlayacaklar.” Korktu. Korkusu öfkeye dönüştü: “2 aptal!”

Aynı şeyler sürgit devam etti. Vladimir ve Estragon hep aynı yerde bekliyorlardı. Godot ise endişelenmeye başlamıştı: Ne yapacaklar beni? Ben ne yaptım ki onlara? Benden ne istiyor olabilirler? Çocuk her gün aynı haberi götürüyor, Vladimir bekliyor, Estragon bekliyor Godot bu beklemelere bir anlam veremiyordu. Endişesi korkuya dönüşmüştü: Benim nerede olduğumu öğrenirlerse ya? Beklemeyi bırakıp buraya gelirler mi? Gelirlerse ne olur? Kim bilir…

Kaçacak bir yer aramaya başladı. Sonra daha çok öfkelendi. Gelecek olurlarsa ben de onlara yapacağımı bilirim diye içinden geçirdi. Aklı fikri Vladimir ve Estragon’daydı. Haber götüren çocuktan da şüpheleniyordu. “Tembihlediğim laflardan başka bişey söylüyor olmasın sakın?” Çocuğun ağzını aradı. Sonra boşuna kuruntu yaptığını düşündü. “ Bir daha kapıma kadar gelme. Uzun bir süre burada olmayacağım, artık haber götürmene de gerek yok” dedi. Çocuğa yüklü bir bahşiş verdi ve gönderdi. 

Çocuk, Vladimir ve Estragon’un yanına bir daha gitmedi. Ama onlar yine de bekledi. Godot artık uyuyamıyordu. Gece ve gündüz onları izliyordu. Uzun bir zamandır bekliyor olmalarına rağmen hiç kızgın görünmüyorlardı. Godot ise çok öfkeliydi. Onların yanına gidecek ve ağzına geleni söyleyecekti. Ama bir türlü gidemiyordu. Uzaktan izlemeye devam ediyordu. Ağaç , Vladimir ve Estragon ise oldukları yerde kıpırdamadan duruyorlardı.

TUTSAKLIK

Karanlık bir odadayım, içeride tek bir pencere yok. O'nun varlığını hissediyorum, birkaç adım uzakta olmalı. Peki neden hiç ses çıkarmıyor? En iyisi sağı solu yoklayarak nerede olduğunu tespit etmek. Evet! Evet! Nefesini hissedebiliyorum, çok yakınımda olmalı. Şimdi yakalayacağım, o da nesi? Telefonum! Telefonumun alarmı çalıyor. Buradan bir an evvel çıkmam lazım. 

Ama O benden önce davrandı, kapıyı açtı ve çıktı, acele edersem ben de çıkabilirim, hayır olmuyor, kapı çok uzakta değil ama yaklaşmaya çalıştıkça uzaklaşıyor, öyle bitkinim ki dizlerim tutmuyor, gövdemin ağırlığı altında sağa sola yalpalıyorum, biraz daha dayanmalıyım çok az kaldı... Yok olmayacak! Daha fazla ayakta duramam, en iyisi sürünmek, ama kollarımın bütün kuvveti çekildi birden... O kadar zorlanıyorum ki anlatamam... Kapıyla aramda sadece yarım metre mesafe var... Ha gayret! Kapı kapanıyor... Kapanmadan dışarı çıkmalıyım! Çok az bir aralık kaldı... Oradan geçmem lazım! Aralık ince bir çizgiye döndü... Bacaklarım, gövdem, kollarım hiçbiri çalışmıyor, başımla bütün bedenimi ileri atmaya çalışıyorum!.. Ve karanlık. Artık kapı görünmüyor. 

Peki şimdi ne olacak? O benim yerime geçmiş olabilir mi? Bu mümkün değil. Burada bitmiş olamaz. Birazdan uyanacağım ve her şey yine yoluna girecek. Peki uyanmak için ne bekliyorum? Zil çaldı, çoktan gözlerimi açmam gerekiyordu. Bedenimi harekete geçirmek için ne yapabilirim acaba? Hey! Uyan! Duymuyor musun ? Kımılda biraz, işe gecikeceksin. Parmağını dişleyeyim de gör! Off! Çok acıdı! Senin acımadı mı? Bir cevap ver. Bana ihtiyacın var! Sen, sen... Ben olmadan ne yapabilirsin ki... 

                                 
Seni en iyi tanıyan ben değil miyim? Tanımaktan öte sen ben değil misin? Neden beni dinlemiyorsun? Peki ama ben neden kendime söz dinletemiyorum. O benim içimde olabilir mi? O ne yapıyor acaba... O şimdi nerede... O benim içimdeyse eğer ben neredeyim? Bir rüyada mı arafta mı yoksa boşlukta mı sıkışıp kaldım... Ve en önemlisi bir daha dışarı çıkabilecek miyim?  

KURBAN

Yakın zamanda ilkel bir kurban ritüeline şahit oldum. Hatta “deneyimledim” diyebilirim; çünkü kurban edilen bendim.

Boş bir meydandayım. Birazdan başlayacak. Her şey olması gerektiği gibi. Ne de olsa ilk değil bu. Ama benim için bir ilk ve heyecanlıyım. Dizlerimin üstüne çöktüm, bekliyorum. Acaba nasıl olacak? Her şey yolunda gidecek mi? Yaşayayacak mıyım? Ne olduğunu anlamadım; ama şimdi yukarıdayım, aşağıda duran kendimi görebiliyorum. Sevgilim olduğunu bildiğim kız elinde baltayla bana yaklaşıyor ve baltayı kaldırıp indirmesiyle başımı gövdemden ayırıyor. Ben yine bedenimin içine dönüyorum. Kafam yerde ve ben yerdeki kafamı görüyorum. Daha çok bir koyun kafası gibi görünüyor. Şimdi ne olacak, yaşayabilecek miyim? 

Yaşlı kadın celladım olan kıza: “Onu bir an evvel yerleştirmelisin” diyor. Kızı görmüyorum; ama yaşadığı korku ve paniği hissedebiliyorum. Bunu yapamayacak, anlıyorum. Kafamı yerden alıyorum. Ama bu kafa sanki benim değil ve nasıl oturtacağımı bilmiyorum, bir şekilde omuzumun üstüne koyuyorum. Kızın dehşete kapılmış korkulu sesini işitiyorum ama onu görmüyorum. Kafamı doğru yerleştirmediğimi anlıyorum, sağa sola çevirerek düzeltmeye çalışıyorum, vakit kaybedecek olursam bu benim sonum olabilir. Acele etmeliyim. 

Yaşlı kadın kafamı sıkıca aşağı bastırmamı söylüyor. İki elimle kuvvetlice bastırıyorum. Yaşlı kadın ağzıma pişmiş et parşaları tıkıştırıyor ve çiğnememi söylüyor. Et parçalarını çiğniyorum. Fakat boğazımdan geçerken korkunç bir acı hissediyorum. Yaşlı kadın devam etmemi söylüyor. Etleri çiğniyorum. Şimdi beni kolumdan tutarak yürütüyor.

 Yere yatırılmış bir sığır görüyorum. Baygın da olabilir ölü de. Yaşlı kadın eğilerek, usulca bu sığırı okşuyor ve anlamadığım bir dilde birşeyler mırıldanıyor. Sonra benim de dokunmamı istiyor: “Dikkat et! Kendine zarar verme! Kendine merhamet et!” diyor. Sanki yerde yatan benmişim gibi. Sığırın suyun içine gömülü olduğunu fark ediyorum. Onun canlanmasından korkuyorum. 

Yaşlı kadın yürümeye başlıyor ve ben de onun peşinden gidiyorum; ancak kafam öylesine ağırlık yapıyor ki, yukarıda tutamıyorum, yere bakarak, düşmemek için adeta koşar adımla yürüyorum. Yaşlı kadın ellerimi kafamdan çekmemi söylüyor. Ellerimi indiriyorum ve kafam yine gövdemin bir parçası. Nasıl oldu, ne kadar zaman oldu? Geçen birkaç dakika mı, Birkaç hafta mı, birkaç ay mı bilmiyorum.

Boynumda bir kalınlık hissediyorum, ellerimle dokunuyorum bir gariplik var. Yerdeki su birikintisine bakıyorum ve bedenimin üstünde bir koç kafası görüyorum. Nasıl bir rüyadayım? Artık tanrısal bir yaratık mıyım veya yarı tanrı mıyım, neyim? Yoksa rüyada olan ben miyim... Size bunları yazan rüyadaki bir kimlik miyim? İşte her şey burada birbirine giriyor...

KOCAYEMİŞ

 

Asırlık yaşlı bir yörükten duydum; Kazdağı tepelerinde yüce bir ağaç varmış. Bu ağaç karaçama pek benzermiş; ama karaçam değilmiş ve yüzyılda bir meyve verirmiş. Yüceliği de buradan geliyormuş. Yaşlı yörük daha küçük bir çocukken bu ağaç meyve vermiş. Çevredeki yörük köyleri bayram etmiş ağaç meyve verince. 

Çünkü, efsane bu ya, meyveden yiyen yüzyıl yaşar yine de ölmezmiş. Bu sebeple 40 gün kırk gece şenlik düzenlemiş köylüler. Sonra da topladıkları meyveleri aralarında pay etmişler. Herkesin hesabına bir meyve düşmüş sadece. Bu meyve elma büyüklüğünde, kıpkırmızı, top gibi yuvarlak, oldukça sert ve kalın kabukluymuş. İçindeki yemiş ise öyle acıymış ki, kimse bir ısırıktan fazlasını yiyememiş. Yalnız bir kişi acıdan ağzı, dudağı şişip, bağrı yansa da, gözlerinden yaşlar boşansa da inat etmiş meyveyi yemiş bitirmiş.


 Sonra... Sonra? Sonrası yok. İnatçı yörük bundan sonrasını anlatmıyor. Ne desem faydasız, buraya kadar diyor. Yaşlı yörüğün hesabına göre birkaç yıl sonra yine meyve verecekmiş bu ağaç. Fakat ağacı karaçamdan ayırt edecek kimse kalmamış köyde. Kendisi de Kazdağı’nın tepelerine çıkamıyormuş artık. Ah genç olsaydım, bir başıma çıkar, keser atardım o ağacı diyor. Neden? Konuşmuyor yine. Bu sefer ısrar etmiyorum. Yaşlı yörük cebinden kristale benzer bir şey çıkartıp veriyor. Avucumdaki şeyin ne olduğunu anlamaya çalışıyorum. Nedir bu? Hikayenin merak ettiğin bölümü. Bakıyorum, bir anlam veremiyorum. Belki ileride diyor ve yanımdan uzaklaşıp gidiyor. Belki… Kim bilir…

Bread & Puppet Theater ve Demon'lar

Bread & Puppet Theater ve Demon'lar 

17. İstanbul Bienali açılış etkinlikleri kapsamında, Amerikalı gösteri grubu Bread & Puppet Theater öncülüğünde hazırlanan “Demons of Society” başlıklı performans 14, 15, 16 ve 17 Eylül 2022 tarihlerinde İstanbul'daki farklı mekanlarda izleyicilerle buluştu. 

1962 yılında Peter Schumann ve arkadaşlarının “yüksek sanat” çalışmalarına karşı “ucuz sanat” olarak nitelendirdikleri, kolay ulaşılabilir ve atık malzemelerle (karton, plastik, teneke, kumaş vb) hazırlanmış kuklaların gösterilerini esas alan Bread & Puppet Theater, kendine özgü devrimci bir geleneği de yaşatmaya devam ediyor.

Topluluğun kurucusu Peter Schumann “The Radicality of Puppet Theatre” başlıklı makalesinde kuklanın temsil ettiği suretleri anarşik, eğitilemez, zaptedilemez, huzur bozan, yıkıcı ve devrimci olarak niteler. Bu suretlerin doğaları gereği hükümetleri ve medeniyetleri temsil etmediğini söyler. Ona göre kuklalar kendi içinde sırlar barındırırlar ve toplumdaki statülerin yerle bir edilmesini sağlarlar. Esas olarak kuklalar toplumun kurumlarını değil “demon”larını temsil ederler. Peter Schumann, kukla tiyatrosuyla ilgilenenlerin tiyatro kroniklerinden ziyade polis kayıtlarına bakması gerektiğini belirterek bu türe karşı oluşmuş önyargılara da dikkat çeker.

Halk güldürülerinin vazgeçilmezi olan Karagöz, Punch, Pulcinella, Guignol, Kaspar, Petruşka vb. kuklalar da aslında hem bu tekinsizliğin hem de halkların suretidir. Bu yüzden kolay ulaşılabilir şekilde her yerde her şekilde var olabilirler. Meydanlarda, bahçelerde, parklarda; yaş, cinsiyet, gelir ayırmadan herkese oynanabilir. Bir anlamda, her yer bir sahne herkes hem bir oyuncu hem bir seyircidir.

Bread & Puppet Theater bu açıdan tekinsizliğin tiyatrosudur. Fakat burada bahsi geçen belirsiz ve ilkesiz bir tekinsizlik değildir. Pek çok farklı kültürel arketipten beslenen tiyatro ekolü kendine özgü bir gelenek oluşturmuş; oluşturduğu gelenek ve ilkelere sıkı sıkı bağlanmıştır:

Biz bazen kukla oyunlarımızla beraber size bir dilim ekmek ikram ederiz çünkü bizim ekmeğimiz ve tiyatromuz ayrılmaz bir bütündür. Çok uzun süreler boyunca tiyatro sanatları mideden ayrı düştü tiyatro sadece eğlenmek içindi. Eğlence bir tür nefisti. Karnı doyuran ekmekti. Ekmek pişirmenin, yemenin ve ikram etmenin eski adetleri unutulmuştu. Ekmek lapalaştı sonra da küflenmeye başladı. Biz sizden kukla oyunumuzu izlemeye geldiğinizde ayakkabılarınızı çıkartmanızı isteriz veya sizi kemanımızın sesiyle selamlarız. Ekmeğin de size yemenin kutsallığını hatırlatmasını isteriz. Şunu anlamanızı isteriz ki tiyatro henüz kesinliği olan bir biçim değildir. Parasını ödeyip satın alabileceğiniz bir ürün değildir. Tiyatro farklıdır. Ekmek gibi bir gerekliliktir.” (Peter Schumann, Bread and Puppets

Ancak bienalin düzenleyicisi İstanbul Kültür Sanat Vakfı tarafından hazırlanan bültende vurgunun esas olarak gösteriş, heybet ve görsel zenginliğe yapılmış olması topluluğun asıl amacı ve felsefesinin üstünü örterek gösteri öncesi yapılan hazırlık aşamalarının da konudan bağımsız atölye çalışmaları şeklinde yorumlanmasına yol açıyor. Oysa ortaya çıkan kurgu, performans ve kukla eserlerin kollektif bir ekip çalışması ile üç hafta içinde hazırlanmış olması ortaya çıkan gösteriyi çok daha anlamlı kılıyor.

 Yine bültende “yerel katılımcı” olarak adı geçen performans sanatçılarının kim olduğuna ilişkin bilgi verilmiyor. Gösteriyi Bread&Puppet Theater adına üstlenen John Bell, Clare Dolan ve Adam Cook dışındaki bütün katılımcıların ülkemizden olması; pek çok farklı şehir, farklı meslek ve yaş gruplarına rağmen sadece ortaya çıkacak gösteri için biraraya gelmeleri, kısıtlı sürede çıkarttıkları büyük bir işin de göz ardı edilmesine sebep oluyor.

Ayrıca “Demons of Society” isimli gösterinin dilimize “Toplumun Kötülükleri” başlığı ile çevrilmesi kafa karışılığına yol açıyor. Çünkü demon sözcüğünün kötülükten ziyade Karagöz gibi tetikleyici, hınzır ve aykırı olanı temsil ettiğini söylemek mümkün. Zaten Peter Schumann'ın performans öncesi yazdığı mektup topluluğun konuyla ilgili düşüncesini açıkça ortaya koyuyor:

Demon'lar bireye ve topluma ilham veren ya da onları sekteye uğratan, görmezden gelen ya da bolluk ve bereketle kuşatan, kırıp geçiren ya da yeniden yaşama döndüren, güçlerdir.” 

Olağan hayatlarını sürdüren insanlar ve demonların çatışması üzerine kurulu oyun; kukla ve beden performansı sergileyen iki ekibin ardı ardına gelen karşılaşmaları ve amansız mücadeleleriyle başlıyor ve “Demon”ların olağan hayatları parçalaması ile insanları olağanüstü eylemlere zorluyor. Ancak bu bir olmak ve bütün olmak kadar birey olma cesaretini de gerektiriyor. Bazen düşünmeye ve konuşmaya; bazen kapıları çalmaya, bazen ise o kapıları yıkmaya. Bazen bırakmaya ve vazgeçmeye; bazen vazgeçmemeye ve özgürleşebilmek için bir kuş gibi uçmaya... Ve bütün ekip üyelerinin giydiği beyaz kıyafetler hem eşitliği, kardeşliği; hem barışı hem de yeniden başlamaya cesaret eden insanların geleceğe meydan okumasını anlatıyor bize. 

Kukla ve beden performanslarının yanı sıra şarkılar, danslar, müzik, tahta bacaklı açılış korteji ve gösteri sonunda dağıtılan ekşi mayalı çavdar ekmeği ise gösteriyi bahar şenliklerinde sergilenen seyirlik bir oyuna çeviriyor: Dionysos, Paskalya, Nevruz ve Hıdırellez günlerinde olduğu gibi yeniden dirilişi, yaşama sevincini, ekmeğin ve eğlencenin kardeşçe pay edildiği evrensel bir ritüeli anıştırıyor seyredenlere.

Ancak bu gösteri sonrasında gelen Karagözlü oyunun ise tam bir hayal kırıklığı olduğunu söyleyebiliriz. Karagöz oyunu denecek özelliklere sahip olmadığı için Karagözlü kukla şovu demenin daha doğru olacağı bu gösteri, izleyicilere ses ve nidalar üzerine kurulu bayağı bir eğlenceden fazlasını sunamadı ne yazık ki. Gösteri takvimi boyunca Bread & Puppet Theater'ı izlemek için gelen kalabalık seyirci arasında belki de ilk kez bir Karagöz oyunu izlemiş olanlar Hacivat’ı hiç tanımadılar çünkü oyunda Hacivat yoktu. Karagöz'ün temel unsurları olan semai, perde gazeli ve Hacivat ile Karagöz söyleşisi oyunda bulunmuyordu. Karagöz de bildiğimiz muzip ve şakacı biri olarak değil, oyunda yer verilmeyen Hacivat gibi çocuklara neyin nasıl yapılacağını anlatan bir öğretici olarak perdeden ayrıldı. Ayrıca bu oyunun Cengiz Özek'in uzun yıllardır sergilediği Çöp Canavarı’ndan kısa bir bölüm olması ve Bread & Puppet Theater performansının alt metni ile ilişkilendirilebilecek bir unsur ya da irticalen de olsa bir gönderme içermemesi de başka bir sorun teşkil ediyordu. Her anlamda kötü bir seçim olan bu gösterinin Bread & Puppet Theater ile aynı programda yer alması ise Bienal sorumlularının etkinlikleri hangi içerik ve öncelikler doğrultusunda biraraya getirdiği konusunda bizi ister istemez düşünmeye sevk etti. 

Sonuç olarak; 60 yıla yakın zamandır çeşitli performans geleneklerinden beslenerek kendine özgü bir gelenek inşa eden Bread & Puppet Theater'ın bu geleneğe bağlı olarak gelişen düşünme ve uygulama biçimlerini devam ettirmekteki ısrarını görmek; tekrar tekrar ısıtılıp önümüze konulan ve Türk Tiyatrosu'nun demon'ı Karagöz'ün kendine özgü geleneklerinden dolayı çağın dışında kaldığını, modernleştirilmesi gerektiğini, aksi takdirde öleceğini savunan içi boş tartışmalara da umarım bir son getirmemizi sağlayacak.

 


Bread & Puppet Theater Istanbul ekibi

Çok çeşitli uzmanlık ve ilgi alanları bulunan (Karagöz-kukla sanatçısı, tasarımcı, yazar, oyuncu, avukat, akademisyen, mimar, çizer, drama lideri, öğretmen, müsizyen vb.), başta Istanbul olmak üzere Türkiye’nin farklı şehirlerinden gelerek, Bread and Puppet Theater Istanbul performanslarının hazırlık ve temsil sürecine katılan isimler şunlardır:

Akın Aydın, Aylin Rodoplu, Ayşe Turan, Ayşegül Çelebi, Barış Kaan Çapan, Bengü Şener, Beyhan Tunçyürek Erdem, Birsen Atakan, Burak Çiçek, Burçak Salungan Dinç, Buse Atar, Buse Kılınç, Cansu Akdeniz, Cemre Bulak, Ceyda Selvi, Ebru Nazlı, Efe Arslan, Elanur Yıldız, Emel Sancaklı, Eren Ege Uyanık, Evren Gülseven, Eylül Güngör, Ezgi Artuç, Ferhat Kaya, Gonca Katman, Gonca Yalçın, Gökçe Deniz Balkan, Gül Şener, İffet Kendirli, İlda Ersezer, İnci Oğuz, Julie Gallasse, Kardelen Kendir, Melisa Doğan, Meriç Taner Kadıoğlu, Nazlı Ümit, Ömer Temtek, Öykü Gür, Öykü Telci, Özge Toparlak, Peral Filiz, Pınar Gerçek, Sedef Dündar, Sedef Kermen, Selen Güngör, Selenay Fidan, Selin Asya Yaşar, Sıla Gökkaya, Sibel Havutlu, Sudenaz Tüzünal, Şevvalnur Dildar, Şeyma Ulusoy, Şirin Keskin İndere, Şükran Çakmak, Tuana Adaver, Tuğba Acar, Yağmur Doğan Yağmur Sağlam, Zeynep Akpınar, Zeynep Karagöz, Zeynep Tezyürürler.