2300 yıl önce eşi benzeri
olmayan bir renk daha vardı. Hem de bildiğimiz renklerden çok farklı. Bitkide,
hayvanda, havada, suda, doğada bulunmayan bir renk. Tamamen insana özgü, büyüleyici
bir renk!
“Tanrının Rengi”ni görebilmek için dünyanın her yerinden insanlar
geliyordu İskenderiye Şehrine. Başka bir yere
çıkartılması yasaklanmıştı.Tanrının Rengi Tanrının Şehrinde görülebilirdi
ancak. Formül İskenderiye Kütüphanesi’nde saklıydı ve hükümdardan başka kimse yerini
bilmiyordu. Şehrin en iyi korunan sırrıydı belki de. “Tanrının Rengi” dünyaya
birkaç yüzyıl egemen oldu bu şekilde. Ta ki İskenderiye Kütüphanesi yanıp
kül olana kadar…
Sonrasında formüle bir
daha ulaşılamadı. “Tanrının Rengi”ni arayanlar epey çok oldu. Ancak hiç kimse bir
daha o rengin büyüsünü yakalayamadı. Ve doğa kendine meydan okuyan bu rengi zaman
ile mağlup etti.
Önce meydanlar; sonra caddeler, sokaklar ve evler. “Tanrının Rengi” solup gitti bütün bir şehirden azar azar. Ne papirüsler, ne resimler ne freskler koruyabildi bu eşsiz rengi. Gün geldi, eller, gözler, kalpler de unuttu. Tanrının rengi parlayan bir ateş gibi söndü ve yok oldu. Sadece bir efsane kaldı ondan geriye. Ben bu efsaneyi duydum birinden. Benim de bundan başka bildiğim bişey yok…
Önce meydanlar; sonra caddeler, sokaklar ve evler. “Tanrının Rengi” solup gitti bütün bir şehirden azar azar. Ne papirüsler, ne resimler ne freskler koruyabildi bu eşsiz rengi. Gün geldi, eller, gözler, kalpler de unuttu. Tanrının rengi parlayan bir ateş gibi söndü ve yok oldu. Sadece bir efsane kaldı ondan geriye. Ben bu efsaneyi duydum birinden. Benim de bundan başka bildiğim bişey yok…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder