GÖKTAŞI

 O günü çok iyi hatırlıyorum. Eğer unutursam geçmiş anlamını yitirecek, bu yüzden hatırlamak zorundayım. Geçmişle bugün arasında O günden başka hiçbir bağım kalmadı çünkü. Bunaltıcı bir sıcak vardı. Nemli yapış yapış... Öğle güneşi olabildiğine aydınlatıyordu her yeri... Ben çalışma masamda bir şeyler çiziyordum. Önce kuş cıvıltıları, sonra rüzgarın sesi kısıldı. Yapraklar dondu. Ses ve hareket yok oldu birdenbire. 

Sonra karanlık çökmeye başladı üstümüze. Pencereye yöneldim, yayılarak büyüyen bir karanlık bütün gökyüzünü kaplamıştı adeta. Sonra... Sonra... Gözlerimi açtım ve odanın tavanını gördüm. Pespembe bir ışık doldurmuştu bütün odayı. Nasıl yere düştüğümü bilmiyorum ama yavaşça doğruldum, hiç ses yoktu etrafta. Peki bu ışık? Nereden geliyordu acaba... Pencereye baktım, dışarıdan geliyordu ama kaynağını anlayamıyordum bir türlü. Bütün gökyüzü pespembe görünüyordu, hem de alacakaranlık gibi değil... Apaçık, olabildiğine parlak ve aydınlık... Sonra Ağaçlar! Kıpkırmızıydı hepsi, toprak masmavi... Gözüm odanın içine kaydı her şey renk değiştirmişti ve ben ellerimi fark ettim. 

Yeşil! Yemyeşil! Ellerimi saklayıverdim panikle. Gözlerimi kapattım, birkaç saniye derin nefes aldım ve gözlerimi tekrar açtım. Evet, evet... Gökyüzü pembe, toprak mavi, ağaçlar kırmızıydı. Elllerim? Onlar da yemyeşil. Ve tek bir ses çıkmıyordu, her şey uykuya dalmıştı sanki... Pencereden etrafı incelemeye başladım. Benim gibi yemyeşil insanlar; endişe, hayret ve korkuyla hem gökyüzüne hem de birbirlerine bakıyorlardı. Ama tek bir ses duyulmuyordu. 

Her şey işte böyle başladı veya böyle bitti belki de... Bir göktaşı olduğunu öğrendik; ama bir önemi var mı artık bilmiyorum. O günden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı, bütün sesler ve alışmış olduğumuz düzen dünyamızı terk etti. Geçmiş bir masal oldu. Yaşadığımız masal dünyası da bir gerçek...

Hiç yorum yok: