Oyun Eleştirileri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Oyun Eleştirileri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Hades’in Arka Bahçesi

İNSAN OLAN İÇİN VİCDANIYLA SAVAŞMAK KÖTÜLÜKLERLE SAVAŞMAKTAN ÇOK DAHA ZOR OLSA GEREK. BU YÜZDEN İNSAN OLANLAR YENİ GELENLER KİM OLURSA OLSUN KAPIYI AÇIK BIRAKACAKLARDIR. GÜÇLÜ OLDUKLARI İÇİN DEĞİL VİCDANLI OLDUKLARI İÇİN.

Tiyatro İs, Hilal Kuvvet‘in yazdığı Sinem Çubuk‘un yönettiği Hades’in Arka Bahçesi adlı oyunla Ekim ayından bu yana seyirci karşısına çıkıyor.
Yaşıyoruz çünkü umudumuz var. Ölmeden önce bişeyleri gerçekleştireceğimizi umut ediyoruz. Ama bütün umutların tükendiği, her şeyin baş aşağı gittiği bir dünyada yaşamak zorunda kalsak? Hem ölümün bir son değil de yeni bir dünyaya geçiş olduğunu öğrenmişsek? Ölmek yeni bir umut olmaz mı bizim için? 

Bir Ayrılık, Bir Yoksulluk, Bir de Ölüm...
Ölmek, ölümü göze almak. Yaşadığımız hayata dair her şeyden vazgeçmek. Bir umut peşinde başka bir dünyaya açılmak. Göçmek. Göç etmek. Ama yine de kabul edilmemek. Dışarıda bırakılmak. Sonsuz bir kısır döngüye mahkûm edilmek.

Yoksulluk, açlık, savaş ve terör yüzünden yerinden yurdundan kopmak zorunda kalan milyonlarca insan gibi.


Onları hiç görmeden; yoksulluğa, açlığa ve savaşlara kapımızı örterek mutlu olabilir miyiz acaba? Peki ya vicdan? Bizi rahat bırakır mı dersiniz?

İnsan olan için vicdanıyla savaşmak kötülüklerle savaşmaktan çok daha zor olsa gerek. Bu yüzden insan olanlar yeni gelenler kim olursa olsun kapıyı açık bırakacaklardır. Güçlü oldukları için değil vicdanlı oldukları için.

Ölmek bir daha yaralanmamak...
Dünya her gün kültürel erozyona uğruyor, her geçen gün ile beraber yeni yıkımlar yaşıyoruz; kendimize, çevremize, yaşadıklarımıza yabancılaşıyoruz. Bir kere değil bin kere ölüyoruz. Ve bu ölümler hiç durmuyor. Ölüm sıradanlaşıyor, basitleşiyor. Ölümün basitliği hayatı da değersizleştiriyor. Yaşamaya değer bişeyler bulamıyoruz hayatta. Acılarımızla, öfkemizle, nefretimizle tutunmaya çalışıyoruz hayata. Daha ölmeden cehenneme çeviriyoruz hayatımızı. Ölüm bu yüzden olacak korktuğumuz kadar çok yaralamıyor bizi.


Oyun da tam bu noktanın üzerinde duruyor; ölüm – yaşam ikilemini baş aşağı çevirerek ölümü yaşamdan daha önemli bir yere koyuyor ve yaşanılamayan hayatları eğlenceli bir şekilde hicvediyor.

Ekip İşi Tiyatro
Oyunu harika bir ekip ruhuyla sunan oyuncuların da bu eğlencede payı büyük. Birbirini tanıyan, dinleyen, birlikte bişeyler yapmaya çalışan genç, hevesli ve amatör ruhunu hiç kaybetmeyen bir kadro.  Hepsi ayrı ayrı çok başarılı, ama birliktelikleri çok daha fazla anlam katıyor oyuna.


Ancak oyunun iyi taraflarını gördüğümüz gibi eksik noktalarına da işaret etmemiz şart. Birincisi oyun şu haliyle çok kısa ve finali sönük kalıyor. Çok ilginç bir konu, başarılı bir şekilde sahneye taşınmış; ama yeteri kadar geliştirilmemiş, bir şekilde eksik kalmış. Oyunun düğüm ve çözüm bölümleri biraz daha işlense akıllardan çıkmayacak bir oyun olabilir belki. Elbette oyunun metin anlamında revize edilebileceğini düşünerek yazıyorum bu eleştirimi. Çünkü Tiyatro İS Ekibi,  sahip olduğu enerji ve birikim ile çok daha iyisini yapabilecek potansiyele sahip kuşkusuz.

 Ayrıca oyundaki müzikli bölüm çok keyifliydi. Keşke birkaç yerde daha kullanılsaydı. Ekibin müzikal zenginliği oyuna daha fazla yansıtılabilirdi.


Yine de eksiklerine rağmen keyifle izlenecek bir tiyatro oyunu olduğunu söyleyebiliriz. Oyun sezon boyunca Sahne Aznavur’da izlenebilir.

Yazan: Hilal Kuvvet
Yöneten: Sinem Çubuk
Yardımcı Yönetmen: Basil Abdunnur
Oyuncular:  Cihan Alparslan,  Hilal Kuvvet,  Mert Can Ertürk, Mustafa Uhud Çoban, Ömür Sevgi Çil, Seda Çakmaksoy, Sinem Çubuk, Sude Çubuk, Ufuk Tevge 
Müzik: Burçak Çöllü
Elemental Müzik ve Dans: Can Emre Uygan
Koreografi: Köksal Ünal
Dekor Tasarım: İbrahim Ortakıcık
Işık Tasarım: Yasin Gültepe
Işık Uygulama: Mehmet Can Öztürk
Kostüm Uygulama: Fatma Akın, Sevtap Çubuk
Afiş Tasarım: Benan Akın 

Sahne Aznavur: Asmalımescit Mahallesi İstiklal Caddesi Aznavur Pasajı No:108 Kat:8, İstanbul, Beyoğlu / Tel: +90 532 480 90 93 / Rezervasyon: +90 532 480 90 93



Kaybolan Renk...

2300 yıl önce eşi benzeri olmayan bir renk daha vardı. Hem de bildiğimiz renklerden çok farklı. Bitkide, hayvanda, havada, suda, doğada bulunmayan bir renk. Tamamen insana özgü, büyüleyici bir renk!



 İlk formüle edenler “Tanrının Rengi” dediler bu yeni buluş için. Çünkü o güne kadar dünyada görülmemiş bir renkti bu. İskenderiye Şehrini dünyanın merkezi haline getirmiş, I. Ptolemaios Soter’i firavunlar kadar kudretli kılmıştı.



“Tanrının Rengi”ni görebilmek için dünyanın her yerinden insanlar geliyordu İskenderiye Şehrine. Başka bir yere çıkartılması yasaklanmıştı.Tanrının Rengi Tanrının Şehrinde görülebilirdi ancak. Formül İskenderiye Kütüphanesi’nde saklıydı ve hükümdardan başka kimse yerini bilmiyordu. Şehrin en iyi korunan sırrıydı belki de. “Tanrının Rengi” dünyaya birkaç yüzyıl egemen oldu bu şekilde. Ta ki İskenderiye Kütüphanesi yanıp kül olana kadar…


Sonrasında formüle bir daha ulaşılamadı. “Tanrının Rengi”ni arayanlar epey çok oldu. Ancak hiç kimse bir daha o rengin büyüsünü yakalayamadı. Ve doğa kendine meydan okuyan bu rengi zaman ile mağlup etti.


 Önce meydanlar; sonra caddeler, sokaklar ve evler. “Tanrının Rengi” solup gitti bütün bir şehirden azar azar. Ne papirüsler, ne resimler ne freskler koruyabildi bu eşsiz rengi. Gün geldi, eller, gözler, kalpler de unuttu.  Tanrının rengi parlayan bir ateş gibi söndü ve yok oldu. Sadece bir efsane kaldı ondan geriye. Ben bu efsaneyi duydum birinden. Benim de bundan başka bildiğim bişey yok…

Rüya

Osmanbey’de bir apartmandayım. Çok eski bir bina. Belki yüzyıllık. 4.kata çıkacağız. Arkadaşım tramvaya binelim diyor. Nasıl yani? Bu apartmanda asansör yokmuş. Katlar arasında bir tramvay çalışıyor. Kırmızı külüstür bir tramvay. İstiklal Caddesi’ndeki tramvaylara benziyor. İnanılır gibi değil, apartman içinde bir tramvay. Peki bu apartmanı neden kimse bilmiyor? Arkadaşım binanın unutulduğunu söylüyor. İlk Paris’te yapmışlar tramvaylı bir apartman. Fakat çok maliyetli oluyor diye asansöre geçmişler. Bu bina ise yapıldığı gibi kalmış. Çok ilginç. Nasıl unutulabilir ki böyle bir bina? 


Tramvaya bindik, eğimli bir yoldan döne döne yukarı çıkıyoruz.  Sadece duvarlar ve ahşap kapılar görünüyor. 4.Kattayız. Her taraf karanlık. Yerde bisiklet tekerleri. Köşede bir su teknesi parlıyor. Safran sarısı bir su var içinde. Suya doğru gidiyorum, dokunacağım. Bir ses “Sakın!” diyor. Dönüyorum. Küçük bir kız çocuğu. Neden? “O suyu sivrisinekler için koydum, şekerli. İçine de bir kablo sarkıttım, elektrik veriyorum. Suya gelen sivrisinekler çarpılacak” Çok akıllıca diye düşünüyorum. Ama karanlık beni boğuyor. 


Aşağı inmek istiyorum. Arkadaşım yok, kaybolmuş. Merdivenleri de bulamıyorum. Tramvayı bekleyeceğim mecbur. Fakat ne zaman gelecek belli değil. Çok bunaldım. Bir pencere bulsam en azından. Bir ışık sızıyor. Işığa yürüyorum. 


Dışarıdayım şimdi. Ayağımın altında cılk cılk eden bişeyler var. Bakıyorum. Biber dolmaları. Her yer göz alabildiğine biber dolması. Burası uçsuz bucaksız bir tarla. Biber dolması tarlada yetişiyormuş demek. Dolmaları ezmek istemiyorum. Zıplayarak yürüyorum. 


Aşağıda bir şehir görünüyor. Bu şehir İstanbul mu? Çok tuhaf. Deniz şehrin en az 10 metre üstünde havada asılı duruyor. Manzarayı seyrediyorum uzun uzun. Görüntü bir harika! Keşke hiç uyanmasam…

Joko'nun Doğum Günü

JOKO SU DEPOSUNDA ÇALIŞAN BİR İŞÇİDİR. SABAH İŞE GİDERKEN ZENGİN BİRİ JOKO’NUN SIRTINA ATLAR VE ONU İSTEDİĞİ YERE GÖTÜRMESİNİ, BUNA KARŞILIK İYİ PARA VERECEĞİNİ SÖYLER. JOKO BU TEKLİFİ KABUL ETMEZ. ANCAK İŞ YERİNE GİTTİĞİNDE İŞ ARKADAŞLARININ DA BAŞKALARINDAN BENZER TEKLİFLER ALDIĞINI VE KABUL ETTİKLERİNİ ÖĞRENİR. BUNDAN SONRA  JOKO İÇİN İKİ YOL VARDIR;  YA ZENGİN İNSANLARI SIRTINA ALIP TAŞIYACAK YA DA BİR ASİ OLARAK ÇEVRESİNDEKİ HERKES İLE ÇATIŞACAK.

Başka birini 100 TL için sırtınızda taşır mısınız? 1000 TL? 5.000 TL? Sorum garip mi geldi? Kesinlikle böyle bişey yapmam diyebilirsiniz. Ancak belki de hiç sevmediğiniz bir işi, hiç sevmediğiniz insanlar veya kurumlar için, hiç sevmediğiniz bir şekilde yapmak zorundasınız. Hem oldukça düşük bir ücret karşılığında. İşinizi kaybetmemek için hareketlerinize ve söylemlerinize de sürekli dikkat etmeniz gerekiyor. Çünkü sizin o beğenmediğinizi işi yine hiç sevmeden yapacak binlerce insan var kapıların dışında.

Peki ya bu iki iş arasındaki fark nedir? İlkinin onur kırıcı sayılacak kadar anormal olması mı? Yoksa henüz bu alanda bir arz talep ilişkisinin oluşmaması mı?

Zenginler ve yoksullar arasındaki gelir uçurumu arttıkça dün anormal gördüğümüz her şey bugün normalleşiyor. Bu gün anormal olan da yarın normalleşecek. Elbette biz bu anormal gidişe bir dur demezsek.

Hiçleşmek de bir uzlaşmadır
Fransız Yazar ve İllüstratör Roland Topor’un bu anormal durumu hicvetmek için yazdığı “Joko’nun Doğum Günü” adlı oyun, Yolcu Tiyatro tarafından sahneye taşındı ve Ekim ayından bu yana seyirci karşısına çıkıyor. Ersin Umut Güler’in yönettiği oyun, etkileyici sahne düzenlemesiyle de izleyenlerin beğenisini topluyor.

Yazar Roland Topor’un 1969 senesinde yazdığı  “Joko’nun Doğum Günü” isimli eser aslında bir roman. Ancak yazar bu eseri 1989 senesinde bir tiyatro oyununa dönüştürmüş. Yazının girişinde bahsettiğimiz üzere oyun; insanların neyi, nasıl ve ne şekilde kabul edeceğini ve özgürlüklerden vazgeçme pahasına yapılan her uzlaşmanın insanları nasıl hiçleştireceğini grotesk bir biçimde anlatıyor:

Joko su deposunda çalışan bir işçidir. Sabah işe giderken zengin biri Joko’nun sırtına atlar ve onu istediği yere götürmesini, buna karşılık iyi para vereceğini söyler. Joko bu teklifi kabul etmez. Ancak iş yerine gittiğinde iş arkadaşlarının da başkalarından benzer teklifler aldığını ve kabul ettiklerini öğrenir. Bundan sonra Joko için iki yol vardır;  ya zengin insanları sırtına alıp taşıyacak ya da bir asi olarak çevresindeki herkes ile çatışacak.

Toplumlar, Bireyler ve Çobanlar
Toplumsal tutum oyunda önemli bir kırılma noktası. Toplum neyi kabul ediyorsa doğru “o”dur çünkü. Bu sırtta adam taşımak da olabilir; bir kadının tecavüzcüsü ile evlenmesi de…

Peki ama bir toplum kendi aleyhine olan şeyleri nasıl kabul edebilir? Nasıl doğru bulabilir? Göz göre göre nasıl özgürlüğünü teslim edebilir?
Belki de özgürlüğüne sahip çıkamayan insan kitleleri için toplum denebilir mi diye sorsak daha doğru olacak. Çünkü ideal bir toplum; düşünen, sorgulayan ve düşündüklerini ifade eden bireylerden meydana gelir. Birey kendi başına güçtür ve kendine bir yol çizebilir. Ama düşünmeyen, sorgulamayan insan kitleleri için yol gösterecek çobanlar lazım olur her zaman.

Zenginim, o halde yaparım!
Oyundaki temel çatışma ise zengin yoksul ikilemi üzerine kurulmuş. Zengin iseniz her istediğinizi yapma hakkına sahipsiniz. Başkalarının sırtına binebilir, onlara tecavüz edebilir, evlerine davetsiz girip, yediği içtiği her şeye ortak olabilir, eşyalarını çalabilirsiniz; tabii ki parasıyla. Hatta para vermeseniz de olur. Zengin olmanız yeterli. Çünkü zengin olmak paha biçilemez.

 Eğer zengin değilseniz sizin de başkalarına hizmet etme özgürlüğünüz var.  Yapacağınız hizmete göre alacağınız para da işin cabası. Tabii bu arz talep ilişkisinin temel belirleyicisi para olduğu için para ne kadar çoksa o kadar iyi hizmet vermeli, talep edenlerin her türlü arzusunu yerine getirmelisiniz. Hizmetinizin yetersiz kaldığı noktada kendinizi, ailenizi ve bütün hayatınızı arz etmelisiniz. Çünkü para kazanmak bunu gerektirir.

360 Derece Oyunculuk
Toplumsal kabullenme ve sınıf çatışması gibi iki temel sorunu tüm çıplaklığı ile anlatan oyunun sahnelemesi de metne uygun grotesk bir oyunculuk gerektiriyor ve Yolcu Tiyatro bunu layığıyla başarmış.

Sahnedeki oyuncular adeta lastik gibi; küçülüp büyüyor, eğilip bükülüyor, esniyor ve her türlü kalıba giriyorlar. Çizgi film netliği ile düşünülmüş hareketler, otomat yapılan işler,  tekrarlar, karikatüre dönüştürülen tipler; bu tiplerin kendi içindeki tutarlılığı ve aralarında oluşturulan tezat durum, hem grotesk hem de seyircinin beğenisini kazanacak şekilde zorlamasız.  Özellikle 4 oyuncunun birbirlerine yapışarak oluşturdukları sahne trafiği çok iyi düzenlenmiş.

Now Play! Again Play! Game Over
Oyunun ana dekorunu oluşturan mapping ekran, kostüm ve yardımcı dekorlar da çok iyi düşünülmüş. Oyuna farklı bir gözle daha bakmanızı sağlıyor. Sanki bir bilgisayar oyununun içindesiniz ve Süper Mario’nun maceralarını izliyormuş gibi hissediyorsunuz. Bir atari oyunu etkisi yaratacak şekilde düzenlenmiş animasyon çizimler sizi grotesk bir uzamın içine sokuyor. Kimi zaman su deposunda, kimi zaman Joko’nun evinde, kimi zaman opera binasından uzaklaşırken görüyorsunuz kendinizi. Kostümler de oyun kişilerinin mizaçlarını ve toplumsal konumlarını açığa çıkaracak şekilde özenle seçilmiş ve iyi birer tamamlayıcı unsur olarak kullanılmış.

Sezon boyunca İstanbul’un çeşitli sahnelerinde seyirci karşısına çıkan topluluğu Ocak ve Şubat ayı içerisinde;

12 Ocak Perşembe Saat: 20:30 Ortaköy Afife Jale Sahnesi
21 Ocak Cumartesi Saat: 20:30 Sahne Pulcherie
28 Ocak Cumartesi Saat: 20:30 Sahne Pulcherie
2 Şubat Perşembe Saat: 20:30 Kadıköy Barış Manço Kültür Merkezi
4 Şubat Cumartesi Saat:20:30 KOZZY Kültür Merkezi
8 Şubat Çarşamba Saat: 20:00 Maltepe Türkan Saylan Kültür Merkezi
11 Şubat Cumartesi Saat: 20:30 Ortaköy Afife Jale Sahnesi
17 Şubat Cuma  Saat: 20:30 Sahne Pulcherie
18 Şubat Cumartesi Saat: 20:30 Ortaköy Afife Jale Sahnesi
23 Şubat Perşembe Saat: 20:30 Ortaköy Afife Jale Sahnesi’nde izleyebilirsiniz.

Yazan: Roland TOPOR
 Çevirmen: Mine KIRIKKANAT
 Yönetmen: Ersin Umut GÜLER
Oynayanlar:  Tolga İSKİT , Ayşe TUNABOYLU, Cenk Dost VERDİ, Efe ÜNAL, Merve DAĞLI, Yasemin ERTORUN, Burak ÜZEN, Sercan DEDE
Hareket Tasarımı: Selçuk GÖLDERE
Yapım – Müzik – Afiş  ve Animasyon Tasarım: Tufan DAĞTEKİN
Kostüm Tasarım: Makbule MERCAN
Işık Tasarım: Alev TOPAL
Sahne İllüstrasyonları: Can BADUR
Yönetmen Yardımcıları:  Cenk Dost VERDİ, Yasemin ERTORUN, Eray Abdullah PEKCAN
Asistanlar: Yaşam GÜLSEVEN, Göksu TÜRKDÖNMEZ, Seyhan GÜLBAHAR
Oyun Fotoğrafları: Orhan Cem ÇETİN, Saygın SERDAROĞLU
Afiş İllüstrasyonu: Roland TOPOR

KARAHİNDİBA

“HERKES BU HAYATTA BİR İZ BIRAKMAK İÇİN YAŞIYOR; KİMİ RESİM YAPIYOR, SALYANGOZ ARDINDA SÜMÜĞÜNÜ BIRAKIYOR, İNŞAAT İŞÇİSİ TUĞLANIN ÜZERİNE İSMİNİ KAZIYOR… BU OYUN DA BENİM İÇİN HAYATTA BIRAKILMIŞ BİR İZ”

Sinan Sülün'ün aynı isimli öyküsünden yola çıkarak sahneye taşınan “Karahindiba” oyunu 2014 yılından bu yana izleyici karşısına çıkıyor ve sahnelendiği her yerde tiyatro severlerin beğenisini topluyor. Sertaç Demir ve Barış Mansuroğlu’nun oyunlaştırdığı, Cevdet Bayram’ın yönettiği ve yine Sertaç Demir’in tek kişilik performansı ile ete kemiğe büründürdüğü “Karahindiba” Oyunu; 30 Yaşına gelmiş, üniversite mezunu, yalnız, parasız, işsiz ve bu nedenle ailesi ile birlikte yaşamak zorunda kalan ancak en büyük hayali roman yazmak olan Adnan Çubuk’un traji-komik öyküsünü anlatıyor.

Olmak veya Olamamak 
Adnan Çubuk vapurda, metrobüste, bir çay bahçesinde veya kalabalık caddelerde karşımıza çıkan herhangi biri sadece, birçoğumuz gibi o da müzmin bir başarısız. Onu görünür kılan tek şey Selim Işık ve Hikmet Benol gibi öyküleşmiş olması. Yoksa kimse başarısız insanlarla kendiliğinden ilgilenmek istemez. Çünkü bu dünyada her kazanana karşılık milyonlarca kaybeden var ve çoğumuz bu kaybedenler arasındayız. Her başarı bir peri masalıdır, başarısızlıklar ise gerçek birer öykü…

Öyküleşmese bir hiç olarak kalacak Adnan Çubuk ile bir tiyatro salonunda yüzleşmek bu yüzden bizi derinden etkiliyor. Kendimizi Adnan Çubuk’un karahindiba gibi etrafa saçılan farklı siluetlerinden biri gibi görüyoruz; belki bir adım ileride belki bir adım geride ama aynı hikayenin içinde…


Sertaç Demir’in öyküyü sahneye taşıyarak oynama arzusu da sanırım bir “tutunamayan” olmasından kaynaklanıyor. Çünkü sahnede o kadar başarılı ki, başarıya doymuş bir insanın başarısız bir karakteri bu denli başarı ile canlandırması mümkün değil. Oyunun kahramanı Adnan Çubuk, Sinan Sülük’ün olduğu kadar Sertaç Demir’in de bir yansıması bu anlamda. Zaten Sertaç Demir oyun üzerine yaptığı bir röportajda bunu açıkça belirtiyor:

“Herkes bu hayatta bir iz bırakmak için yaşıyor; kimi resim yapıyor, salyangoz ardında sümüğünü bırakıyor, inşaat işçisi tuğlanın üzerine ismini kazıyor… Bu oyun da benim için hayatta bırakılmış bir iz”



Her şey, hiçbir zaman, hiçbir yerde… 
Sertaç Demir gibi oyunun yönetmenliğini yapan Cevdet Bayram da sahne düzleminde öyküyü bize başarılı bir şekilde aktarıyor. Küçük tekerlekli bir kutu; yeri geliyor Adnan Çubuk’un yatağı, sedyesi, mutfak tezgahı, masası, eşiği ve engeli oluyor. Sahne bir karakterin yarattığı hayal dünyası ile aydınlanıyor, oyun olaylarla değil anlatımlarla ilerliyor; önce zaman ve zemin ortadan kalkıyor, sonra geçmiş, bugün ve gelecek iç içe geçiyor. Oyun her şeyi anlatmakla beraber aslında hiçbir şeyi de anlatmamayı başarıyor ve nasıl başladıysa öyle bitiyor.


Güçlü bir edebiyat eseri, iyi uyarlanmış bir oyun ve sahne performansı ile öyküyü, oyunu ve kendini birkaç basamak yukarı çıkartan rol ile bütünleşmiş bir oyuncu.

 “Karahindiba” isimli oyunu Beyoğlu Seyr-i Mesel Sanat Atölyesinde izleyebilirsiniz.

Yazan: Sinan SÜLÜN Uyarlama: Barış MANSUROĞLU, Sertaç DEMİR Yönetmen: Cevdet BAYRAM Oynayan: Sertaç DEMİR Dans ve Koreografi: Sercan YİĞİT, Hakan ATEŞ Dekor Uygulama: Sezgin DEMİR Afiş Tasarım: RAWCUT DESIGN STUDİO

Seyr-i Mesel Sanat Atölyesi: İstiklal Cad. İmam Adnan-Nane sok. No:5/4
İletişim: 0 (212) 244 97 89

Ben Bir Başkasıdır

EĞER FARKLI BİR TİYATRO DENEYİMİNE HAZIRSANIZ VE (–MİŞ) GİBİ YAPARAK OYUN OYNAMANIN HAZZINI PAYLAŞMAK İSTİYORSANIZ BU OYUNA MUTLAKA GİDİN VE EKSİK PARÇAYI DOLDURUN.

Tiyatro Fobi yeni sezonunda; çağdaş şiirin öncülerinden Arthur Rimbaud 'un bir mektubunda geçen ve yazıldığı günden bugüne pek çok kez yorumlanan "Ben Bir Başkasıdır" tümcesini bir oyun olarak ele alıyor ve seyircilerin tartışmasına açıyor: Beni bir başkası yapan ya da biricikleştiren şey ne? Ben bir başkası ise bir başkası da ben olabilir mi? Seçimde bulunan biricik olan ben mi, ‘ben’ olan bir başkası mı? Nerede ‘ben’ oluyoruz nerede bir başkası? Benlik duygusu doğuştan mı geliyor, yoksa bu da sadece bir yanılsama mı? vb.

Ben ve ‘ben’in öteki yüzleri 
Ekip, daha önceki oyunlarında olduğu gibi bu oyunu da yine seyircisiyle birlikte kuruyor ve geliştiriyor. Seyirciler, salona girerken oyundaki ana karakterin hayatına etki etmiş toplumsal rollerden birini seçiyor ve oyun içinde farklı rol kimlikleriyle(-miş) gibi yaparak, kendiliğinden, oyuna katılıyorlar; oyun boyunca da ana karakterin iç hesaplaşmalarına ve almak zorunda olduğu karara bir başkası olarak farklı şekillerde müdahil oluyorlar.


Oyunda ana karakterin ve onu çevreleyen seyircilerin dışında bir de Diamond Karakterini görüyoruz; hem seyircilerin hem de sahneye yansıyan ‘ben’in bir başkası olarak. Ben endişeli, Diamond rahat; ben kararsız, Diamond kararlı; ben karamsar, Diamond iyimser; ben sorguluyor, Diamond sorgulamıyor; ben sıradan, Diamond biricik olduğunu düşünüyor. Adeta bir maddenin iki farklı görünümü gibi: Biri kararmış, mat ve kırılgan. Diğeri parlak, sert ve kristal. Bir başka deyişle alt ego ve süper ego.

Bir de oyunda görmediğimiz ama sesini duyduğumuz Tanrı var; ona da oyunun bütününü oluşturan bilinç diyebiliriz. Çünkü oyun Tanrı olan ‘ben’in kafasında geçiyor. ‘Ben’den ve onu çevreleyen başkalarından bir karara varmalarını istiyor. Ben, Diamond ve bir başkasını temsil eden seyirciler oyunun içine girerek bilinci yaratan düşünceleri oluşturuyor. Öyle ki karar oyun boyunca süren bir düşünce muhakemesinin sonunda seyirci çoğunluğuyla alınıp uygulanıyor. Yani ben ve ‘ben’i oluşturan bir başkası tarafından.

 (-miş)li oyun zamanı
 Oyunun genel yapısı da tartışma konusu yaptığı cümle gibi ilginç ve yoruma açık. Bu nedenle bir başka izleyici oyun ile ilgili çok başka bir değerlendirme yapabilir elbette. Ancak bütünü kavramak istiyorsanız mutlaka oyunun bir parçası olmak zorundasınız. Çünkü bu oyun bir yapboz gibi eksik parçayı sizin doldurmanızı istiyor. Bu nedenle oyuna dahil olup oyuncularla işbirliği yaptığınız ölçüde izlediklerinizden daha çok keyif alacağınız muhakkak. Eğer farklı bir tiyatro deneyimine hazırsanız ve (–miş) gibi yaparak oyun oynamanın hazzını paylaşmak istiyorsanız bu oyuna mutlaka gidin ve eksik parçayı doldurun.


yazan & yöneten / erdal baran şahin
oyuncular / şirin öten – serdar solkun
yönetmen yardımcısı / burak akyol
müzik / cem ulu
ses kayıt / cem alkan
oyun alanı : Şermola Performans
oyunun adresi: İstiklal Cad. İmam Adnan – Nane Sok. No: 5 Kat:2 Beyoğlu / İST
rezervasyon : 0507 818 21 51 – 0212 243 74 36
arafobi : 542 492 75 41 / tiyatrofobi@gmail.com

BAHAR KUAFÖR

OYUN; KADINLARA DAYATILAN İYİ KIZ, İYİ EŞ, İYİ ANNE OLMA, ZENGİN KOCA İLE EVLİLİK YAPMA GİBİ SEÇENEKLERİ BİZE SORGULATIRKEN TOPLUMSAL EŞİTSİZLİĞİ DE AMANSIZ BİR ŞEKİLDE ELEŞTİRİYOR.

‘Dünya Yerinden Oynar Kadınlar Özgür Olsa!’
Tiyatro İs, yeni oyunu ‘Bahar Kuaför’ ile ocak ayından bu yana seyirci karşısına çıkıyor. Hilal Kuvvet’in yazıp Sündüz Haşar’ın yönettiği oyunda kadınlara sunulan toplumsal roller ve yaşantılar sorgulanıyor.

Kadının adı yok! 
Bir kuaför salonu, içeride birbirinden farklı 6 kadın: Biri akşama gelin olacak, yanında görümcesi. Bir diğeri zengin ve sabırsız bir kadın saçına fön çektirmek istiyor; ama kuaförün kafası bozuk, içkili ve zor ayakta duruyor. Kuaför kalfası ise arada kalmış, hem müşterileri hem kuaförü idare etmeye çalışıyor. Bir de hayat kadını var, kuaförün komşusu; yeri geliyor zengin kadına, yeri geliyor görümceye sarıyor. Dışarıda ise karışık olaylar var; polis her tarafı gaza, dumana boğmuş. Ama içerdekiler kendi dertleriyle muzdarip. Hepsinin hayatında bişeyler eksik ya da yanlış gidiyor. İster zengin, ister hayat kadını, ister gelinlik kız, ister mesleğinde başarılı bir kuaför olsun pek de bişey değişmiyor. Her birinin ailesiyle, eşiyle, sevgilisiyle ya da çevresiyle sorunları var. Ancak sizi şaşırtmıyor anlattıkları, sadece içinizi acıtıyor. Kendilerine sunulandan farklı bir hayat seçemedikleri için karakter bile edinememişler; hepsi klişe, hepsi arabesk hayatlar yaşıyor. Belki de bu yüzden isimleri bile yok. Sonradan aralarına dâhil olacak bir eylemci kız var yalnız onlara benzemeyen; ama o da ne yapacağını bilmiyor henüz. Yapabildiği tek şey, kendini rastgele dışarıdaki mücadelenin içine atmak. Yine de bu 7 kadından biri kendine farklı bir yol çizecek, bakalım onun bir ismi ve kendi kararlarıyla yürütebileceği bir hayatı olacak mı?


Oyun; kadınlara dayatılan iyi kız, iyi eş, iyi anne olma, zengin koca ile evlilik yapma gibi seçenekleri bize sorgulatırken toplumsal eşitsizliği de amansız bir şekilde eleştiriyor. Erkek olmadığı için hayata 1-0 yenik başlayan kadınlar görüyoruz bir anlamda. Atacakları her adımda onay bekleyen; ailesinin, kocasının, çevresinin baskısından korkan, bastırılmış, sindirilmiş, ne istediğini bile bilmeyen insancıklar.

Ah şu erkekler! 
Ancak oyunun bu temel meselenin yanı sıra erkekleri ölçüsüz bir şekilde eleştirdiğini de belirtmek lazım. Kadınların neredeyse bütün sorunları bir baba, bir eş, bir sevgili ya da erkek kardeş ile düğümleniyor. Kuaförün meselesi toplumsal bir içerik bile taşımıyor. Kadınların var olma mücadelesi adeta erkekleri alt etme ya da erkeklerden ayrı bir dünya kurma tahayyülü gibi sahneye yansıyor.


Sahne dışındaki çatışma ortamı da oyuna yeterince dâhil edilmiyor; kim ne için, ne adına, kiminle mücadele ediyor, bunlar nedense belirtilmiyor. Ayrıca içerdekiler de bu konuyla neredeyse hiç ilgilenmiyor. Bu nedenle dışarıdaki mücadele bir horoz dövüşünü andırıyor ve içeridekilerle dışarıdakiler arasında ciddi bir uyuşmazlık dikkati çekiyor. Bir anlamda dışarıdaki dünya erkeklerin, içerdeki dünya kadınların dünyası gibi anlaşılıyor. Kaldı ki eylemci kızın erkek gibi giyinmesi ve oyunun sonunda içeri dâhil olması bu kanıyı kuvvetlendiriyor. Elbette bu seçim bilerek ya da bilmeyerek yapılmış olabilir; ancak kadınlar kadar erkeklerin de belli toplumsal roller ve kalıplar içine sokulduğunu bir şekilde belirtmek lazım. Çünkü ezen-ezilen çatışmasını erkek dünyasını sorgulamadan sadece kadın erkek sorunlarına indirgemek meseleye bir çözüm getirmiyor.

Sahneye yansıyanlar 
Bununla beraber oyun metni ve oyunculuklar oldukça başarılı. Diyaloglar iyi düzenlenmiş, dil işlek ve akıcı. Oyunun gerilimi, hüznü ve komedisi iyi ayarlanmış. Kadın tipleri gerek metin, gerek oyunculuklarla sahneye doğal bir biçimde yansıtılmış, yaratılan atmosfer güzel. Kısaca seyirciyi sıkmadan, kolayca içine alan, sıcak, samimi bir oyun. Baştan sona keyifle izleyebilirsiniz. Eğer oyunu merak ediyor ve izlemek istiyorsanız; 23 Şubat, 9 Mart ve 1 Nisan tarihlerinde Sekizincikat’ta görebilirsiniz.

Adres: İstiklal Cad. Galatasaray Meydanı No: 108 Aznavur Pasajı Kat:8 Beyoğlu/İST
İletişim: 0 (532) 061 4800




Yazan: Hilal Kuvvet
Yöneten: Sündüz Haşar
Dekor: Sami Berksoy
Kostüm: Ebru Özaydın
Işık: Ushan Çakır
Yönetmen Yardımcıları: Betül Çobanoğlu, Gözde Kısa
Oyuncular: Derya Cumaoğlu, Seda Çakmaksoy, Elif Nur Kerkük, Hilal Kuvvet, Selin Sevdar, Gülsüm Soydan, Selen Şeşen
Reji Asistanları: Sinem Çubuk, İlayda Türkmen
Dekor Asistanı: Şerif O. Karaman
Grafik Tasarım & İllustrasyon: Philippa Tamsin Dörtbaş
Teaser ve Fotoğraf: C. Deniz Dörtbaş
Proje Koordinatörü: Aslı Samat

ÇEHOV’UN YAZILMAMIŞ BÜTÜN OYUNLARI İSTANBULİMPRO’DA!

 “OLAY RUSYA’DA GEÇİYOR”  İSİMLİ OYUN, İSTANBULİMPRO OYUNCULARI TARAFINDAN GELİŞTİRİLEN VE ÜLKEMİZDE İLK KEZ UYGULANAN UZUN BİÇİM DOĞAÇLAMA GÖSTERİ OLMA ÖZELLİĞİNİ TAŞIYOR.


Daha önce Çehov’un yazılmamış bir oyununu izlediniz mi? Ben izledim. Nasıl olur diye merak ediyorsanız, İstanbulimpro her hafta yazılmamış yeni bir Çehov oyunu ile Kadıköy Terminal’de seyirci karşısına çıkıyor. “Olay Rusya'da Geçiyor” isimli doğaçlama performansında; 5 oyuncu Çehovyen bir atmosferde, Çehovyen karakterlerle, seyircinin gözleri önünde, 1 masa, 4 sandalye, 1 deste oyun kağıdı, bir tabak mandalina ve votka ile hiç yoktan bir oyun yaratıyor.

19.Yüzyıl Rusyasının kostümleri ile sahneye girip seyircilerini selamlayan oyuncular, ilk olarak salondaki izleyicilerden farklı yönelimler alıyor:  bir havyan, bir duygu, bir sayı, bir zaaf, bir karakter özelliği vb sonra bir oyun isimi seçmenizi söylüyorlar. Biz izlediğimiz oyuna “Mutluluğu bulduğum yer” adını verdik mesela. Sonra aldıkları farklı yönelimlere göre karakterlerini ete kemiğe büründürüyor ve 2 saati bulan bir doğaçlama gösteri çıkartıyorlar ortaya. Hem de baştan sona bir Çehov Oyunu izletircesine konuşmalara, jestlere, döneme ve atmosfere özen göstererek.


Doğaçlama ve Tiyatro
Elbette daha önce doğaçlama gösteri izlememiş olanlar için pek anlaşılır bişey değil bu yazdıklarım. Bu nedenle önce doğaçlama tiyatro ve İstanbulimpro’dan bahsetmem gerekiyor sanırım:
Dünyada ‘İmpro’ Türkiye’de ise ‘Doğaçlama Tiyatro’ olarak bilinen yaklaşımı; önceden bir hazırlık, yazılı metin veya kurgu olmadan konuyu ve oyunun gidişatını seyircinin belirlediği, kısa ya da uzun biçim oyunlar şeklinde sergilenen tiyatro gösterisi olarak tanımlayabiliriz. Kökeni ise Antik Yunandaki Mimus Oyuncularına kadar gitmekte. Modern bir gösteri biçimini alması ise; 20 YY’da Amerikalı eğitimci, yazar ve tiyatrocu Viola Spolin’in çalışmalarını bir yönteme dönüştürmesi ile gerçekleşir. Viola Spolin, insanın içindeki yaratıcı alanı ortaya çıkartmak üzere yürüttüğü çalışmaları tiyatro ile buluşturduğunda ortaya büyüleyici bir çalışma ve gösteri biçimi ortaya çıkar:
“Herkes bir rolü canlandırabilir. Herkes doğaçlama yapabilir. Tiyatroda oynamak isteyen herkes oynayabilir. Eğer çevre izin verirse kişi öğrenmek istediği her şeyi öğrenebilir. Eğer kişi izin verirse çevre ona öğretmek istediği her şeyi öğretecektir. Yeteneğin ya da yeteneksizliğin bu konuda çok az etkisi vardır.”


Benliğimizin Gerçeklikle İmtihanı
Spolin tiyatro ötesi olarak nitelenen çalışmalarını her ne kadar eğitim çerçevesinde şekillendirse de, 20 YY boyunca çağdaş tiyatro üzerinde çok büyük bir iz bırakır. Spolin’in çalışmalarını Amerika’da ve Avrupa’da pek çok tiyatrocu kılavuz olarak kabul eder ve bu alanda gösteriler hazırlayan pek çok topluluk kurulur.
“Doğaçlama sayesinde kendimizi yeniden şekillendiririz. Doğaçlama bizi, düşünce kaynaklarımızdan devraldığımız çerçevelerden, eski bilgiler ve gerçeklerle tıkanmış belleğimizden, sindirilmemiş teorilerden ve başka insanların bulduğu tekniklerden bizi özgürleştirirken bir patlama etkisi yaratır. Doğaçlama gerçeklikle karşılaştığımız, onu araştırıp bir tavır alma sürecinde bireysel özgürlüğümüzü kazandığımız anı ifade eder. Benliğimizin dağınık küçük parçaları, bu anda organik bir bütünlük halinde çalışır. Bu an yaratıcı ifadeyi, deneyimleyerek keşfetme anıdır.” Viola Spolin


Türkiye’de Doğaçlama
Türkiye’deki gelişimi ise çok daha yenidir. Bu metot 1999 yılında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümünde yürütülen Yaratıcı Drama dersleri kapsamında hazırlanan çalışma ve gösterilerle ülkemize girmiştir. Kurulan ilk doğaçlama gösteri topluluğu ise Mahşer-i Cümbüş’tür.  İstanbulimro Oyuncuları da yine bu çalışma ekibi içinde yer almış oyuncuların bir araya gelmesi ile kurulur; ancak topluluk,  geleneksel tiyatro ve eğlence formlarından adapte ettiği özgün doğaçlama oyunlarla farklı bir gelişme gösterir. Özellikle geleneksel tiyatromuzun barındırdığı doğaçlama kültürünü impro gösteri yaklaşımı ile özdeşleştiren topluluk yurt dışında da kabul gören impro topluluklar içine girer. 


Bir zamanlar Rusya’da…
“Olay Rusya’da Geçiyor” isimli doğaçlama gösterisi de yine bu anlamda İstanbulimpro Oyuncuları tarafından geliştirilen ve ülkemizde ilk kez uygulanan bir uzun biçim doğaçlama gösteri diyebiliriz. 10 yılı aşkın süredir birlikte çalışan oyuncuların Çehov Oyunları ve 19 YY. Rusyası üzerine yaptığı uzun soluklu araştırmaların ürünü olan bu oyun tamamen doğaçlama şekilde gelişiyor. Oyunlarda tanıdık karakterler bulmakla beraber bir izlediğiniz oyunu başka bir oyuna benzetemiyorsunuz. Bir oyunda Vanya Dayı’yı, bir oyunda Vişne Bahçesi’nden Yaşa’yı, bir başka oyunda Treplev’i ya da Nina'yı gördüğünüzü sanıyorsunuz; ama bulundukları mekân ve olaylar içinde bambaşka bir oyun, bambaşka oyun kişileri izliyorsunuz ve 2 saat boyunca sahnede olup bitene şaşırmadan edemiyorsunuz.


Eğer doğaçlama gösteri izlemediyseniz, bu oyun sizin için güzel bir başlangıç olabilir; kaldı ki daha önce bir Çehov Oyunu okudunuz ya da izlediyseniz bu gösteriden çok daha fazla keyif alacağınızı söyleyebilirim.

Oyuncular: Zeynep Özyurt, Burak Tamdoğan, Evren Gülseven, Koray Tarhan, Julide Güven, Evren Duyal
Adres: Halitağa Caddesi Şadırvan Pasajı No:28 Kadıköy
Telefon: 0532 332 05 33 /  www.kadikoyterminal.com


BİR ÖLÜNÜN İLK GÜNÜ ‘ÖLDÜN, DUYDUN MU?’

OYUN; İNTİHAR EDEN BİR ADAMIN KENDİNİ HİÇ BİLMEDİĞİ TUHAF BİR YERDE UYANMASIYLABAŞLIYOR VE İNTİHAR EDENİN ÖZELİNDE KORKULARIMIZI, ZAAFLARIMIZI, YARGILARIMIZI VE KIRILMA NOKTALARIMIZI SORGULUYOR.

Altıdan Sonra Tiyatro, 2006 yılı Vasıf Öngören Özel Ödülü’nü kazandığı  ‘Öldün, Duydun mu?’ adlı oyunla Kumbaracı 50’de tiyatro severlerle buluşmaya devam ediyor.  4 yıllık bir aradan sonra yeni bir kadro ve yeni bir sahne düzenlemesi ile tekrar oyun programına alınan çalışma, 2013 Ekim ayından bu yana izleyiciler tarafından yoğun bir ilgiyle karşılanıyor. 
Yiğit Sertdemir’in yazıp yönettiği oyunda Tomris İncer, Gülhan Kadim, Erkan Kortan rol alıyor.



ÖLÜMLE RANDEVU
Ölüm ve yaşam, inanmak ve reddetmek gibi iki temel mesele üzerine kurulu oyun; intihar eden bir adamın kendini hiç bilmediği tuhaf bir yerde, başına kadar beyazlıklara gömülü, hareket edemez şekilde bulmasıyla başlıyor ve intihar edenin özelinde korkularımızı, zaaflarımızı, yargılarımızı ve kırılma noktalarımızı sorguluyor:

Hata yapmaktan mı daha çok korkuyoruz yoksa hatalarımızla yüzleşmekten mi? Yargılarımız oluşturan şeyler fikirlerimiz mi, korkularımız mı? Nelere inanıyoruz, neleri reddediyoruz?  Sevmek nedir biliyor muyuz? Ölümü düşündüğümüz kadar nasıl ve neden yaşadığımızı düşünüyor muyuz? vb

VARLIK İÇİNDE DARLIK
Oyun, genel anlamda varlık üzerine tartışma yaratmakla beraber ayrı ayrı irdelenebilecek pek çok meseleye ise yüzeysel bir temasta bulunuyor. İntihar edenin anne ve babasıyla kurduğu sadakat- sevgi -nefret ilişkisinin nedenleri derinlemesine sorgulanmıyor; sadece bir olay üzerinden çocuğun hem anne hem babasıyla olan ilişkisi konumlandırılıyor. Yine intihar eden adamın sevgilisi ile ayrılmasına neden olan tartışma bölümü, bir son damla olarak ele alınsa dahi, doyurucu değil, diyaloglar çok yüzeysel; tartışma fazlasıyla didaktik kalıyor. Ayrıca oyunun sürpriz finali adeta sihirli bir değnek gibi düşünülmüş;  canınızı sıkan bütün çelişkileri bir anda çözmek mümkün, ancak tatmin edici değil. Bununla beraber oyunun inişli çıkışlı gerilimi, atmosferi, oyun kişileri, anlatı bölümleri ve dil oyunları gayet başarılı.


SAHNE BÜYÜSÜ
Sahne düzenlemesi ise oyunun en önemli ilizyonu; salona adımınızı atar atmaz farklı bir boyuta girdiğinizi hissediyorsunuz. Araf olarak düşünülen uzam; dekor, kostüm ve ışık tasarımı izleyiciyi bambaşka bir yere götürüyor. Belki de bu nedenle final sahnesi seyirci üzerinde öngörülen şaşırtıcı etkiyi fazlasıyla yaratabiliyor.



Aynı şekilde Tomris İncer, Gülhan Kadim ve Erkan Kortan için de oyunculuklarıyla bir sahne ilizyonu yarattıklarını söylemek mümkün. Üçü de oyunu harikulade şekilde yorumluyor.
Hala bir Yiğit Sertdemir oyunu izlemediyseniz, Altıdan Sonra Tiyatroyu bilmiyorsanız ve Kumbaracı 50’ye yolunuz düşmediyse kendinize bir fırsat yaratın ve bu oyunu izleyin, hoşça vakit geçireceğinizi temin edebilirim.

Adres  : Kumbaracı Yokuşu No:50 Kat: 2 Beyoğlu 
İletişim: (212) 243 50 51 (Pazar hariç her gün: 16:00 – 20:30)



Yazan – Yöneten      : Yiğit Sertdemir
Oynayanlar               : Tomris İncer, Erkan Kortan – Yiğit Sertdemir, Gülhan Kadim
Dekor Tasarımı        : Yiğit Sertdemir
Kostüm Tasarımı      : Gamze Kuş
Işık Tasarımı             : Erhan Yürük

Sıfır Beden

GÜZELLİK NEDİR? NASIL BELİRLENİR? KİM GÜZELDİR, KİM DEĞİLDİR? GÜZEL OLMAK İÇİN NE YAPMAK GEREKİR? İŞTE HAYATIMIZI ALTÜST EDEN SORULARDAN BİRKAÇI.


2012- 2013 sezonunda Sinem Çubuk, Hilal Kuvvet ve Hakan Yeni’nin öncülüğünde Aydın Üniversitesi Oyunculuk Bölümü mezunu genç bir kadroyla kurulan Tiyatro İS ekim ayından bu yana “Sıfır Beden” isimli güldürü oyunuyla seyirci karşısına çıkıyor. Hilal Kuvvet’in yazıp yönettiği oyunda Sinem Çubuk, Gözde Kısa, Melike Koca, Alican Altun ve Ömer Balbal rol alıyor.
Güzellik nedir? Nasıl belirlenir? Kim güzeldir, kim değildir? Güzel olmak için ne yapmak gerekir? İşte hayatımızı altüst eden sorulardan birkaçı.
Kimin için, ne için, neye göre olduğunu düşünmeden körü körüne bağlandığımız ideal normlar, insanlar, bedenler; ne olduğumuzla değil ne olmamız gerektiğiyle ilgilenen akıl hocaları, mükemmeli yakalamak adına bizi bize düşman eden altın kurallar hayatımızı kuşatmış durumda.

Her ne kadar bütün bunların dışında bir hayat kurduğumuzu iddia etsek de mümkün değil. Bu normlar iliklerimize kadar işlemiş. Bir düşünce, davranış ya da yaklaşım olarak kendini ele veriyor. Belki de bu sebeple önce kendimizle sonra da çevremizdeki insanlarla yüzleşmemiz gerekiyor. Mesela kimi beğeniyoruz, kimi beğenmiyoruz; kimi niçin beğendiğimizin farkında mıyız? Ya da ne sebeple beğenmediğimizin?

“Sıfır Beden” isimli oyun bu meseleyi eğlenceli bir şekilde anlatırken kanıksadığımız kimi yaklaşımları da büyük bir ustalıkla hicvediyor.
Kilolarıyla problemi olan Pelin’in bir gününü izlerken önce obeziteden çok obeziteye yaklaşımın büyük bir problem yarattığını görüyoruz. Sonra kusursuz olmak takıntısıyla kadınların ideal ama mutsuz ve renksiz hayatlar yaşadığını, karşı cinsin beklentilerinin de güzellik takıntısıyla doğru orantılı olarak arttığını bu nedenle kadın güzelliğinin ulaşılamaz bir ideal olduğunu fark ediyoruz.


Komediye can verenler
Yine de oyunun mesaj kaygısından daha çok izleyenlerin keyifli bir zaman geçirmesini amaçladığı şüphesiz.
Oyunu başarılı bir komediye dönüştüren ise ekibin sahne üzerindeki uyumu ve becerisi. Birbirini tanıyan ve birlikte iş kotarmasını bilen oyuncuların sahne performansları da ayrı ayrı görülmeye değer. Özellikle Sinem Çubuk ve Alican Altun’un sahnede harikalar yarattığını söylemek mümkün. Bu iki oyuncunun adları ileri zamanlarda pek çok kez duyulabilir, bizden söylemesi.


Dizi mi? Tiyatro mu?
Oyunun tek  açmazı ise teknik olarak bir tiyatro metninden ziyade bir sit com dizi senaryosuna benziyor olması.  Oyunun kahramanları sitcom karakterleri gibi, aralarındaki ilişkiler ve karakter bilgileri yetersiz, oyun ilk bölümlerini kaçırdığınız bir komedi dizisi gibi başlıyor ve bittiği zaman sonraki bölümlerin nasıl süreceğini merak ediyorsunuz.  Bu anlamda eğlenceli bir iş ancak metin açısından sıkıntılı bir durum olduğunu söyleyebiliriz.

Oyun her şeye rağmen gülüp, eğlenmek, hoşça vakit geçirmek isteyen herkesin rahatlıkla izleyebileceği başarılı bir komedi. Mekan Artı’da izlenebilir.

BABALAR VE OĞULLAR


KİŞİ NE ZAMAN “ADAM” OLUR? NASIL OLUR? KİŞİNİN “ADAM” OLMASI İÇİN NE YAPMASI GEREKİR? VB SORULARA AYNA TUTAN OYUN 3 FARKLI KİŞİNİN “ADAM” OLMA SERÜVENİNE BİZİ DE DÂHİL EDİYOR.


                   


“…Sadece çalışmak için yaşayan biz insanlar... Oynamayı unuttuk! Birileri bunu bize unutturdu.
Şimdilerde arıyoruz... ‘Oyun’, diyoruz yaptığımıza sadece bir garip oyun! Sonra -yok canım- tiyatro işte bu, diyiveriyoruz. Şimdi biz iyi mi yapıyoruz, kötü mü bilinmez ama, arıyoruz! Arama gücümüzün hiç bitmemesini düşleyerek arıyoruz”


2012 senesinden beri arayışlarına devam eden Tiyatro Fobi Şirin Öten’in yazıp yönettiği “Aile Mezarlığı” adlı oyunla Ağustos ayından bu yana İstanbullu tiyatro severlerin karşısına çıkıyor. Erdal Baran Şahin, Burak Akyol ve Mert Güçkıran rol aldığı oyun tiyatro severlerden büyük ilgi topluyor.


                             

“ATA” SPORUMUZ FUTBOL

Babasının kaybıyla içine kapanan Emre’yi konuşturarak açabilmek için en yakın arkadaşları Fırat ve Görkem evlerine misafir ettikleri Emre’ye mütevazı bir çilingir sofrası hazırlarlar. Ardı ardına gelen içkiler sadece Emre’nin değil, Fırat ve Görkem’in de gerek babalarıyla gerek kendileriyle yüzleşmesini sağlar. Ancak bu yüzleşme üç arkadaş için de umulduğu gibi sonuçlanmaz.

3 Erkek arasında gelişen diyalogu, gerilimi ve hesaplaşmayı erkek muhabbetinin ayrılmaz bir parçası olan futbol göstergeleriyle anlatan oyunda, başarı kazanmak için rakibinizi çalımlamak, erkek olabilmek için ise gol atarak babanızı sahaya gömmek zorundasınız. Çünkü “adam olabilmek”(!) için tıpkı futbolda olduğu gibi oyunu kuralına göre oynamalısınız. Aksi takdirde oyun dışında kalabilirsiniz.


ERKEK OLMAK YA DA OLAMAMAK

Kişi ne zaman “adam” olur? Nasıl olur? Kişinin “adam” olması için ne yapması gerekir? Kendi kararlarını alması, kimseye biat etmemesi “adam” olabilmek için yeterli midir? vb sorulara ayna tutan oyun 3 farklı kişinin “adam” olma serüvenine bizi de dahil ediyor. Baba-oğul çatışmalarını aşabilmeyi “adam” olabilmenin eşiğine koyan oyun, toplumsal koşullanmaların belirlediği rollere ve kalıplara girmeden davranmayı ise kişinin “adam”a dönüşebilmesi olarak değerlendiriyor. Oyun sağlam kurgusu ve başarılı diyaloglarıyla izleyenleri etkisi altına almayı başarıyor.

Erdal Baran Şahin, Burak Akyol ve Mert Güçkıran’ın bir ev ortamı doğallığıyla sergiledikleri samimi ve başarılı oyunculukları da metni, gerilimi yüksek iyi bir atmosfer oyununa dönüştürüyor.

Ancak oyunun sürprizli diyebileceğimiz finali; tiyatromuz için özgün sayılabilecek baba-oğul çatışmasını, az çok gölgede bırakıyor ve oyunun ana odağını dağıtıyor.

Erkek olmak ya da olamamak üzerine pek çok şeyin söylendiği oyun Kara Kutu Sahnede izlenebilir.

Yazan-yöneten: Şirin Öten
Oyuncular: Burak Akyol, Mert Güçkıran, Erdal Baran Şahin
Reji: İzzet Otru, Pınar Saatçi
Vokal: Burak Güreş
Kayıt: Sedat Akdemir
Video-tanıtım: Resul Karaca, Şükrü Özçelik

Kapıların Dışında



WOLFGANG BORCHERT'İN 26 YAŞINDA YAZDIĞI VE ÖLÜMÜNDEN BİR GÜN SONRA SAHNELENEN OYUN; YIKICI, ZORLAYICI, SERT, İÇ ACITICI OLDUĞU KADAR ŞİİRSEL VE DIŞAVURUMCU BİR METİN AYNI ZAMANDA.


Çalışmalarına 2012 yılının ikinci yarısında başlayan Yolcu Tiyatro, Mart ayından bu yana Wolfgang Borchert’in “Kapıların Dışında” isimli oyununu sahneliyor.

1946 yılında yıkım edebiyatının öncülerinden, Nasyonal Sosyalizm ve savaş karşıtı görüşlere sahip Wolfgang Borchert tarafından 1 hafta gibi kısa bir sürede kaleme alınan ve yazarı tarafından “ hiçbir tiyatronun oynamak, hiçbir seyircinin görmek istemediği eser” olarak nitelendirilen oyun; ikinci dünya savaşı sonrasında Almanya’ya, evine, dönen Çavuş Beckman'ın kendi ülkesinde, kendi şehrinde istenmeyen bir yabancı gibi karşılanmasını, rahatsızlık yaratmasını ve alelade bir dilenci gibi görmezden gelinerek "Kapıların Dışında" bırakılmasını konu alıyor.

Cenk Dost VERDİ, Müzeyyen DURGUN, Yasemin ERTORUN ve Ersin Umut GÜLER rol aldığı oyunun yönetmenliğini ise Ersin Umut GÜLER üstleniyor.

Bir Savaşın Toplumsal Anatomisi
Nazi Almanya'sının zorla asker ettiği ve cepheye savaşmaya gönderdiği Wolfgang Borchert'in gerek savaş sırasında gerek savaştan sonra yaşadığı yıkımı yansıtan ve faşist sistemi sorgulamak yerine geçmişini reddeden Alman toplumunu eleştiren oyun; savaşların, insanlar ve toplumlar üzerinde yarattığı travmaları çarpıcı bir üslupla anlatıyor:
Çavuş Beckman'ı "Eş"i içeri kabul etmiyor, "Elbe Nehri" dışarı atıyor, "Umut"u terk ediyor, "Ölüm" dahi yanına yaklaşmak istemiyor. Beckman lanetiyle birlikte ortada kalıyor. Onu yalnız bırakmayan tek kişi ise sakat kalmasına sebebiyet verdiği tek bacaklı askerin hayaleti oluyor. Beckman'ın gözlüğü,kıyafetleri ve ilginç saç traşı savaşı unutan hatta hiç yaşanmamış gibi bir daha bağlantı kurmak istemeyen insanlar için garip ve aptalca bir görüntüden başka hiçbir anlam ifade etmiyor.
Wolfgang Borchert'in 26 yaşında yazdığı ve ölümünden bir gün sonra sahnelenen oyun; yıkıcı, zorlayıcı, sert, iç acıtıcı olduğu kadar şiirsel ve dışavurumcu bir metin aynı zamanda.


Digital Tiyatro
Yolcu Tiyatrosu da oyunun özellikle dışavurumcu yapısına uygun bir reji anlayışıyla, 3D mapping teknolojisini kullanmış ve animasyonlarla gerçek oyuncuların iç içe geçtiği oyunda, dijital teknoloji bir fon olarak değil, oyunun bir parçası olarak düşünülmüş. Prodüksiyonda tüm görüntüler stüdyoda oyun ile eş zamanlı alınarak çekilmiş, çekimlerde oyun defalarca baştan sona oynanmış. Başta oyunun yönetmeni Umut Ersin Güler olmak üzere her oyuncu sahnede ve perdede farklı bir rol üstlenmiş.
Ekip ayrıca metnin oldukça uzun olan bölümlerini kısaltarak, tekrar yerlerini de atarak oyunu daha yalın ve akıcı bir hale getirmiş. Gerek oyunun sadeleştirilecek şekilde kısaltılması, gerek grotesk unsurların oyunda animasyonlar aracılığıyla yansıtılması, gerek oyuncu uyumu ve başarısı oyunu rahatlıkla izlenebilir nitelikli bir çalışmaya dönüştürmüş.


Savaş savaş için midir yoksa toplum için mi?
Ancak ekip, oyunu 2.Dünya Savaşı sonrası Almanya'sından çıkartarak, belirsiz bir yer ve zamana taşımış. Bu seçim oyunun temasını güçlendiren bir yorumdan ziyade yüzeysel kalan bir savaş eleştirisi olmuş. Çünkü oyuna asıl derinlik katan düşüncenin Faşist sistemin yıkıldığı bir ülkede faşizme boyun eğenlerin geçmişiyle yüzleşmesi olduğunu öngörecek olursak, olayın Almanya'da geçmiyor olsa bile, farklı bir güncellemeyle sahneye taşınması oyuna başka bir zenginlik katabilirdi elbette.

Adını, oyuncularının yolculuk halinde olmayı sevmeleri ve hem felsefî hem sanatsal anlamda devingen olmak istemelerinden alan ekibin hazırladığı oyun; İstanbullu tiyatroseverler tarafından Beşiktaş Afife Jale Tiyatrosu'nda izlenebilir. 

Mut-lu-yum! Mut-lu-sun! Mut-lu-mu?




Oyuncu-seyirci arasındaki korku duvarını yıkarak yeni bir tiyatro düzlemi yaratan ve her bir oyununu seyircisiyle beraber oynamayı amaçlayan Tiyatro Fobi ilk oyunları “MUT”la her yaştan ve kesimden insanı “oyun”a davet ediyor…



Erdal Baran Şahin ve Şirin Öten’in birlikte kurduğu Tiyatro Fobi seyirci-oyuncu arasındaki eş zamanlı etkileşimi kullanarak,  kanavasını birlikte oluşturdukları “MUT” adlı oyunla seyircileri tamamlayıcı bir oyun unsuruna dönüştürüyor. 

 Mut; önüne ve sonuna ek alabilen bir kelime kökü ancak literatürde ölü kök olarak geçiyor. Bu kelimeden mutlu, mutsuz, umut, ümit gibi bir çok kelime türüyor. Bu anlamda oyunun nasıl ilerleyeceği türetilerek nasıl bir kelimeye dönüşeceği seyircilerin genel tutumuyla belirleniyor.

Oyunun tebeşirlerle çizilerek yaratılan iki boyutlu dünyasında, Duru ve Can isimli dar gelirli çiftin hikayesi her oyunda yeni öneri ve tartışmalara açılıyor; Duru, Can ve seyirciler samimiyetle aralarındaki sorunları çözmeye farklı pencerelerden bakarak birbirlerini anlamaya çalışıyorlar. Fakat bunu pek çok zaman başaramıyorlar yine de ellerindeki tebeşirlerle yeni olasılıkları çiziyor ve deniyorlar. Denemekten korkmuyorlar. Çünkü “MUT”un resmini çizmek için sahnedeler. Duru ve Can tebeşirleri kadar var olan içimizden kişiler…

Oyunun açık biçim yapısı kadar alanı çerçeveleyen tebeşir çizimi sahne ve mizansenler de oyunsuluğu başarılı bir şekilde yansıtıyor. Erdal Baran Şahin Şirin Öten ikilisi bize oyunda kullandıkları tebeşirlerle adeta seksek tadında bir oyun sunuyor. Oyuncular ve seyirciler ellerindeki tebeşirlerle her oyunda bambaşka sahne düzlemleri çiziyor ve oyuncuları sınırlarını tebeşirlerin belirlediği bir sahne düzleminde oynamaya zorluyor. Ama tebeşirlerle çizilen sınırlar kısıtlayıcı olmaktan çok oyuncu ve seyirci için uçsuz bucaksız bir sahne alanı yaratıyor. Sihirli bir tebeşir etkisiyle hem sahne gerçekliği hem de oyuncu-seyirci ayrımı kırılıyor tiyatro herkesin içine girebileceği bir oyun alanına dönüşüyor.


İki boyutlu hayatların 3 boyutlu hayallerini seyircilerin bulunduğu dördüncü boyuta taşıyarak çok boyutlu bir oyun gerçekleştiren Tiyatro Fobi, seyircisini zorlamadan oyunun içine dahil ettiği gibi oyun kişilerini de seyircilerin oyun, eylem ve önerilerine içtenlikle ortak ediyor.

Erdal Baran Şahin – Şirin Öten ikilisinin yazıp oynadığı, Duygu Çelik’in yazmak ve oynamak arasına girerek yönettiği  “MUT” adlı oyun Ti Performans’ta görülebilir.

Kanava/Oynayan: Erdal Baran Şahin – .Şirin Öten
Arada Kalan: Duygu Çelik
Telefon: 0542 492 75 41 – 0505 461 84 95  Mail: tiyatrofobi@gmail.com
Yer: Ti Performans (Cep Sahne) Katip Çelebi Mah. Tel Sok. No : 4/2 Beyoğlu – İSTANBUL
27 Nisan 2012 Cuma Saat: 20:30-22:00